…meleklerinin sessizliğiydi
başımızı derde sokan.
indirdi kanatlarını,
dokunmak için toprağa ve çamura
tek ütopyam üçüncü kanattır
diye haykırdı sonra”
Bu şiiri filmin kahramanlarından Jacob (Bruno Ganz) Sovyet-Avusturya sınırında, sevdiği kadın/eşi Eleni’ye okur. Yıllar süren Sibirya sürgününden başka bir yaşama yolculuğun eşiğindeyken. Anna der, karlı bir gün hapishane duvarından atmıştı bu şiiri ve ben karların arasından alıp okumuştum.
Anna dediği, Anna Ahmadova olmalı diye düşündüm
Maria Cvatevea’da olabilirdi tabii, zamanın mağduru bir kadın şairdense şiir, kimin olduğunun ne önemi var!
Üç kanatlı melek motifi filmde görsel olarak da karşımıza çıkıyor sık sık, mitik değeri nedir acaba ve öyküde neyi sembolize eder? Tümdengelim yapalım bu kez, olmayanı sembolize ediyordur muhakkak, yani özgürlüğü, yani çaresizliği aşma gücünü. Melek kanatları motifi filmden filme atlar, Wim Wenders’ın “Berlin Üzerindeki Gökyüzü-Arzu’nun Kanatları” filminde de karşımıza çıkar.
Jacob, Eleni (Irene Jacob) ile dans ederken okur bu şiiri. Noeldir, tatlı bir noel şarkısı çalmaktadır, insanlar dans etmektedir. Bariyerlerin, askerlerin, silahların terk edilen geçmiş ve belirsiz geleceğin rağmına müzik, dans ve aşk vardır bir yandan da. Eleni ve Jacob yıllar yıllar sonra bir başka topografyada duvarsız bir Berlin’de, bir metro istasyonunda alabildiğine hüzünlü ama alabildiğine tutkun dans edeceklerdir gene böyle. Sypros da yanlarında olacak ve Eleni’ye dansta sırayla eşlik edecektir iki ihtiyar adam, hayatta da sırayla eşlik ettikleri gib ona. Bence bu film, bahsettiğim iki dans sahnesi için bile izlenir.Sovyet- Avusturya sınırında yaşlı bir adam son anda dizleri üzerine çöker ve sınırı geçmekten vazgeçer. “Bütün atalarım bu bozkırda gömülü ben hiçbir yere gidemem” der. Minik kız torunu koşar elinden tutar ve çeker. Geride bırakılan bozkır ne kadar geçmişi simgeliyorsa, o minik kız da o kadar gelecek sembolüdür.
Eleni Jacob’a onunla gitmeyeceğini açıklar. Neyi paylaşmış olurlarsa olsunlar, aralarındaki sevgi bağı ne kadar güçlü olursa olsun hayatının erkeği başkasıdır ve bunu Jacob da biliyordur. Sevdiği kadından ayrılık kararını duymak yıkıcıdır. Normal zamanlarda “en tehlikeli inanç olan ve cesareti hep sınayan aşk” sürgünde ve savaşta bütün inançların yıkıldığı dar zamanlarda ikame inançtır, sevdiğinin bedeni de ikame vatan! Bu bağlamda, koca adamın ağlaması çok anlaşılır. Bruno Ganz Jacob’un yaşadığı acıyı size de geçirir, sanatının doruk anlarındandır o sahnede sergilediği performans.
Eleni’nin sinemacı oğlu Alexander (Willem Dafoe) annesi Eleni ve babası Sypros’un hayatını anlatan filmini çekmektedir. Çekimleri, babaannesi ile aynı ismi taşıyan kızı Eleni’nin evden kaçması ile kesintiye uğrar. Karısı Helga, terkedeli çok olmuştur baba-kızı, Alexander’ın eski karısı Helga’ya yaptığı dön yakarışları yanıtsız kalır.
Film-içi-filmin senaryosu, Eleni ve Sypros’un Sovyetler Birliği’nde oldukları ellileri, Kanada ve ABD’ye iltica ettikleri yetmişleri ve Avrupa’ya dönüş yaptıkları A’nın şimdiki zamanını kapsamaktadır ve iç iiçe iki filmin diyalektiği , geçmiş zaman ve şimdiki zamanın diyalektik etkileşimine eşlik eder.
Bu film-içi-filmlerle otör sinemacılar kendi sancılarını döküyorlar gözümüzün önüne. Bunu Angelopoulos ilk kez yapmıyor. Godard’ın “Contempt” ve “Passion filmleri de film-içi-film konusunda çok şık örnekler.
Alexander’ı Jacob’un kız kardeşi büyütmüştür. Sibirya sürgününde Eleni’nin küçücük oğlunu bir trene bindirip halaya yollayış görüntüleri yürek dağlayıcıdır.
Angelopoulos demiş ki
“…her filmim kalın bir kitabın ayrı bir bölümüdür: insanlığın kaderi , geçen zaman, gelecek zamana dair” Yani ustanın filmleri coherent-bağlaşık.
Biz Angelopoulos sevenler bunu duyumsayabiliyoruz zaten.
Tamamlanmamış trilojinin tam ortasında yer alır bu şiirsel film. Triloji, Yunan diasporasının 1919’da Odessa’dan sürülmesi ile 2004 ekonomik bunalımına dek sürecekti Doksanlar sonrasını yazmaya ömür kifayet etmedi Angeolopulos’un ama bir kardeş sinemacı Tony Gatliff, bu son epizodun noksanlığını “Djam” filmi ile telafi etti (tabii bence).
Angeolopulus-Karandriou işbirliği görüntü-ses beraberliğinde olağanüstü sonuçlar çıkarmış her zamanki gibi. Filmin soundtrack’i görüntüntüden rol çalmadan eşlik ediyor akışa. Soundtrack dışındaki müzik seçimleri de öyküye ve görüntüye çok yakışmış. Müzikte uzmanıd ostlar daha iyi değerlendireceklerdir klasik müzik seçimlerini.
Filmin ritmine tonuna ne demeli! Her plan bir tablo imiş gibi düzenlenmiş, sanki insanlar o tabloda bir an donup sonra yavaş yavaş hareket etmeye başlıyorlar.
Sınır sahneleri, Stalin’in cenaze töreninde insanlar, Stalin heykellerinin sökülüp konduğu o atölyedeki sahneler, Gulag takımadalarında o buzlu metal çapraz merdivenlerden ağır ağır çıkan kaderlerine teslim insanlar, dans sahneleri, Eleni ve Sypros’un tramvayda karşılaştığı, sohbet ettiği sonra iki ayrı siyah arabanın gelip onları iki ayrı yöne götürdüğü sahneler, küçük Eleni’nin arkadaşlarının polis tarafından bir anda mekanlarında tasfiye edildiği sahneler…
Filmin bitiminde o muhteşem sahnede Sypros ve küçük Eleni elele koşarken kar yağar, sahneye dış ses eşlik eder.
“Dışarıda kar yağıyordu
Kar hala uyuyan şehrin üzerine
Sessiz sessiz yağıyordu
Tenha sokaklara
Su kanallarına
Ölülerin ve dirilerin üzerine
gelmiş ve geçen zamana
evrenin üzerine”
Bu sözlere James Joyce- Ölüler novellasından aşinayım.(Bu öykü de filme alındı, izlenilesi)
“…yine kar başlamıştı, lambanın ışığının karşısındaki gümüş ve siyah renkli kar taneleri seyretmeye başladı, batıya doğru yolculuğa çıkmasının zamanı gelmişti, evet gazeteler doğru söylüyordu, İrlanda’nın tümü kar altındaydı, her yere, ağaçsız tepelere kar yağıyordu, Micheael Furey’in gömüldüğü tepedeki metruk kilisenin mezarlığına da, mezar taşlarının üzerine de yağıyordu, tüm dünyanın üzerine kar yağarken Gabriel’in ruhu yavaşça çalkalanıyordu, kar, sanki tüm yaşayanların ve ölmüşlerin üzerine kendi sonlarını hatırlatır gibi yağıyordu.”_James Joyce/The Deads-Ölüler
Evet, kar, hayatın sonunun “leitmotiv”i bence filmimizde de. Bir de beyazlığı ile temizliğin/temize çekilmenin arılığını tesil ediyor.
Angeolopulos’un yüreğimizde yer eden karakterleri çoğunlukla kar yağarken, beyaz çarşaflar ya da beyaz perdeler rüzgarda dalgalanırken ölüyorlar.
Çok güçlü karakterler yaratmış Angeolopulos filmde ama bence filmde baş karakter, ismine zaman dediğimiz nehir: hiçlik denizine dökülen. Kıyısında dansetmişliğimiz olan bir gün sularında boğulduğumuz o narsist nehir.
Tüm trilojiyi ayrıca bir yirminci yüzyıl ağıdı olarak düşünüyorum. İmparatorlukların yıkıldığı bütün eski babaların, tanrı dahil ( bkz. Nietzsche) öldüğü, aydınlanmaya dair büyük vaatleri olan, ama, toplumların içinde çıkan yeni babaların en az eskileri kadar acımasız olduğu, ellerine kan bulaştığı, iki dünya savaşına, çok sayıda katliama sahne olmuş bir yüzyıl. Bir asrın kendi tragedyası.
Jakob’un metrodaki dans sahnesi öncesi söyledikleri bu görüşümü desteklemiyor mu?
“Başka bir dünyanın hayalini kurmuştuk
Herşey nasıl yitip gitti
Yine de herşey çok farklı başlamıştı
Rüzgar yukarılardan esip gelmişti
bazıları gökleri kuşatacağımıza bile inanmıştı ama
tarih bizleri savurup attı”
Sahi film de bir dış sesle başlamıştı:
“Hiçbir şey sona ermedi
ermez de
Geçmişe doğru süzülüp giden
bir hikayenin başladığı yer döndüm
zamanın tozunda berraklığını yitiren
öyle bir anda tıpkı bir rüya gibi
geri gelen bir hikaye
Hiçbir şey sona ermez”
İşte: sanatçılar zamanın tozunun siliveriyorlar. Geçmişin görüntülerini görebilelim diye… yaşanmışlıkların bir anlamı olsun diye…
Not: Önce Trilogya’nın ilk bölümü Ağlayan Çayır’ı tanıtmaya planlamıştım ama o ikinci plana kaldı. Hafta içinde gönderisini yayınlarım grupta.
İlk yorum yapan siz olun