Yönetmen: Sally Potter
Orlando bütün kısıtlamaları reddeder:tarihsel, fantastik, metafizik,sosyolojik. Yaşlanmak bizi bağlamaz. Cinsiyet bizi bağlamaz. Zaman bizi bağlamaz. Sanki her zaman istediğimiz gibi yaşayabiliriz; hayal kırıklıkları, zorluklar, keder, aşk, çocuklar, sevgililer, hiçbir şeyden sakınılmamalı, herşey benimsenmeli. Kilitlenmemeli, Sınırlanmamalı. Kendinden geçiş budur.” – Jeanette Winterson
Sally Potter’ın sinema sanatını taçlandıran bu filmini çok severek izleyeceksiniz. Virginia Woolf’un benzersiz romanını, cinsiyetler ve zaman içerisinde sıçramalı akışı ile perdeye yansıtmış. Mükemmel kast seçimi, sanat yönetimi, kostüm tasarımı ve yüksek enerjisi ile şaşırtıcı ve hipnotize edici. Zamanı olduğu gibi algıyı da eğip büken, görsel-işitsel bir şölen. Cesaret işi, gönül işi, ustalık işi!
Orlando isimli soylu kişiyi, ilk olarak, Birinci Elizabeth’in onaltı yaşındaki gözdesi olarak tanırız. Elizabeth, Orlando’yu aynadan başka bir kadınla öpüşürken görecek, üzüntüsünden ölecek, kahramanımızın hayatına başka kadınlar girecektir. Orlando, aşkı Rus prensesi Sasha’da tadar, aşk acısını da tabii.
Elizabeth’in ölümünden sonra Konstantinopolis’e büyükelçi olarak atanır. Burada, yedi gecelik bir uykudan uyanıp, aynaya baktığında kendisini kadın olarak buluverir. Otuz yaşına gelmiştir ama, esasında yüzyıllar geçmiştir. Roman 1928 yılında bittiğinde, başlangıcı ile arada dörtyüz yıl olmasına karşın o, sadece 20 yıl yaşlanır. Einstein, görelilik kuramını ne zaman ortaya atmıştı belleğimde kalmamış, baktım, 1905 senesi imiş. Yani, Virginia Woolf’un romanını yayınlandığı tarihte çoktan ilan edimiş kuram. Eh, zaman da izafi ise elbette, sanatçı dediğin bir başka evrenin sakini olduğuna göre, onun için zamanın farklı akması çok normal! Orlando’nun şiirler yazması onun evrenini farklılaştırmıyor mu? Ya da, şöyle ifade etsem daha mı doğru olur acaba? ışığın, hem dalga hem parçacık olduğunun ortaya konduğu bir yüzyılın başlangıcında, eski şablonlarla yetinemez edebiyat. Zamanın, mekanın ve cinsiyetin sınırlarını ihlal etmez ise, mitos logosa kaptıracaktır önceliği. (Bunlar kişisel yorumlarım, ben de sınırları ihlâl etmek isteyebilirim!)
Orlando, Sasha kendisini terk edince de, yedi gün- gece uyumuştu. “Yedi” nin sembolik değeri çok güçlü. Simgesel anlamlarından birisi de , “değişim ve olumlu yenilenme”.
İstanbul da mekan olarak önemli, suyun şehri: sıvı, kubbeleri ile dişil, fallus misali minaraleri eril şehir. Endüstri devrimini yaşamış, bütün şifreleri çözülmüş batı kentlerine kıyasla gizemlidir bu şehir. Orlando’nun cinsiyet geçişi için de köprü vazifesi görür, doğu-batı arasında gördüğü gibi. Orlando’muz, İstanbul’da değişir, Bursa’ya da gider, çingenelerin arasına karışır. Cinsiyeti kıyafetin belirlediğini söyleyen Woolf’a göre, çingenelerin şalvarlarının kadın ve erkekte aynı olması cinsel kimlikler arasındaki sınırları uçuklaştırır. Bu bağlamda, Bursa yolculuğu, filmin cinsiyet sınırlarını ihlal eden ana izleğini güçlendirecek bir deneyime dönüşür romanda.
Orlando, kadın olmanın kısıtlılıklarına da maruz kalacak, lakin âşık da olacaktır anne de.
Biyografilerin erkekleri işlediği, onu da belli kalıplar içerisinde anlattığı bir dönemde “Orlando-Bir Biyografi” adı ile yazdığı roman, bir türün alaya alınmasıdır Woolf nezdinde. Mockumentary deyimini duymuştum, bu kitap ve filmi vesilesi ile yeni bir kavram duymuş oldum : Mock-biyografi. Bir yorumcu romanı böyle nitelendiriyordu. Daha bizden bir deyimle “hiciv” diyeyim ben de: bir cinsiyetçilik hicvi!
Gerçek sanatçı düzenin tüm değerlerini yapısökümüne uğratandır. İçinde yetiştiği kültüre ihanette bulunması, onu içinden çözmesi gerekir. Zaten “ihanet” bazen ilerici bir eylemdir.
Romanın hiciv çerçevesi içerisinde ki toplum eleştirilerine bir örnek vereyim: Orlando’nun kolu kendinden bağımsızca hareket etmeye başlar. O bunun evlilik yüzüğü takmadığından olduğunu algılar, kapı dışarı koşar, bulduğu ilk adamla evlenir.
Kahramanımız kadın olduğunda, oturduğu mâlikhane dahil malvarlığının yönetimi mahkeme emrine verilir, dük olamaz, büyükelçi olamaz.
Woolf yaratıcı düşüncenin androcini olduğu görüşünü savundu. Orlando, bu düşüncesinin edebi dışavurumudur, cinsel enerji ise, kitapta satırlar arasından fışkırır. Batı edebiyatında bu androcini konusu çok yer almış. Mitolojiden başlarsak, Athena bunun ilk örneklerinden: İlyada’da dört kez erkek , altı kez kendisi olarak boy göstermiş. Rönesans’ın güzel oğlan heykelleri hep androgini, yani dişil ve eril unsurları beraber barındırıyorlar. Shakespeare’in “Nasıl İsterseniz” isimli oyununda erkek kılığına girmiş kadın kahramanlar yer alırlar. Micheal Carne’nin unutulmaz Cennetin Çocukları filmindeki Garance androcini kimliğin hoş bir örneğidir. Marlene Dietrich, Kate Blancett, filmimizde Orlandoyu canlandıran Tilda Swinton androcini oyuncular.
…Orlando’nun kurgusal enerjisini yaratan Victoria Sackville-West’i bir erkek olarak tasavvur eden Woolf’tur. Romanın ortalarında Orlando bir kadına dönüştüğünde, yani Vita yalnızca kendisi olduğunda yaşam kitabın sayfalarından akıp gider…” Camille Paglia-Cinsel Kimlikler
Yukarıdaki alıntıda da ifade edildiği gibi, Orlando karakteri ilhamını Woolf’un bir aşk yaşadığı biseksülel Vita Sacville-West’den almış. Ya da, kendisindeki yaşam enerjisini tüm kuvveti ile açığa çıkaran Vita’yı romanının satırları arasında yeniden yaşatmış Virginia Woolf. Bu bir dedikodu değil, zira, romanda yer alan fotoğraflar Vita’ya ait. Vita’nın yayıncı olan oğlu Nigel Nickelson, Orlando’yu en uzun ve en büyüleyici aşk mektubu olarak nitelemiş. Vita ve Virginia’nın mektupları da yayınlanmış ve yazışmalardan anlaşılıyor ki, en az iki yıl süren duygusal ağırlığını Vita’nın ölümüne kadar sürdüren bir ilişki yaşanmış aralarında. Ayrıca, Virginia, Orlando’yu kendisinden ilham aldığını bu mektuplarda Vita’ya ifade etmiş.
Biz sıradan faniler! bir romanı okuyarak, bir oyunu ya da filmi izleyerek katarsis yaşayabiliriz. Edilgin bir izleyici olmak sanatçılara ise, kafi gelmiyor. Onlar, sanatsal üretim aracılığı ile kendilerini ifade ederek erişebiliyorlar duygu boşalımına. Virginia Woolf, belki Vita’ya duyduğu kıskançlığı onu Orlando’ya dönüştürüp metin içerisinde diyelim ki, Sasha ile ilişki kurdurarak aşmış olabilir. Nasıl ki, anne ve babası ile hesaplaşmasını ya da onlarla ilşkisi çerçevesinde kendisi ile hesaplaşmasını Deniz Feneri’nde yaşadı ise…
Vita, bir mektubunda Virginia’ya şöyle yazar ” Yeni bir narsisizm biçimi icat ettin. Orlando’ya aşık oldum, bu karmaşık duygu durumunu asla öngöremezdim” Aşk, karşıya duyduğumuz histen çok ondan yansıyan kendimize duyduğumuz değil mi? Yansıtan da sanatçı olunca.!
Virginia Woolf , Kendine Ait Bir Oda kitabında biz kadınlara der ki,
“Para kazanın, kendinize ait ayrı bir oda ve boş zaman yaratın ve yazın, erkekler ne der diye düşünmeden yazın!”
Ben kendine ait ayrı bir oda ile, Woolf’un bildiğimiz fiziksel mekanın yanı sıra başka bir odayı da kastettiğini düşünüyorum: zihnimizde, bize dayatılan-içselleştirdiğimiz ataerkil kavramlardan arındırılmış boş bir alandan, kapısını kapatınca hiçbir alışkanlığın ya da önyargının işgal edemeyeceği bir zihinsel mekandan. Özgür düşünce ve özgün sanatsal yaratı bunu gereksinir. Virginia Woolf’un bir avantajının da kocası ile beraber işlettikleri bir yayınevi olduğunu söylemeden geçemeyeceğim. Kendine Ait Bir Oda ‘da Woolf’un eklemediği bir husus var bence. O da şu ki, kadın yazarların sayısının erkek yazarlardan az olması, yayınevlerini de erkeklerin yönetmesindendir. Düzen ataerkil olunca kadınların yazması beklenir de kolayla yayınlatabilmelerini beklemek bir safdillik olur!
Grubumuzda The Hours filminin tanıtımında yazdıklarımı kopyaladım, şuraya yapıştırayım:
“BENCE….
Virginia Woolf iki büyük savaş görmüştür. Savaş onu derinden etkilemiştir. Mina Urgan’ın söylediği gibi” Savaşın izleri romanlarında da görülür: Birinci Dünya Savaşı Jacob’s Room romanının baş kişisini öldürür, Mrs Dalloway’daki Septimus Warren Smith, savaşta geçirdiği şok yüzünden delirip sonunda canına kıyar, The Years’da Pargeter ailesi evlerinin bodrumuna sığınmışken, yukarıda insanların birbirlerini öldürdüklerini bilirler, Between the Acts’de İkinci Dünya Savaşı’nın hemen patlak vereceği besbellidir: Avrupa toplar ile diken dikendir, havada uçaklar vardır.”
Gene Mina Urgan’ın belirttiği gibi
“Virginia Woolf’un feminizminin bir nedeni de savaşları kadınların değil erkeklerin yaptığı düşüncesidir: savaş bir erkek uğraşıdır: erkeklerin kafa yapısının bir ürünüdür: erkeklerin mesleğidir. Erkekler kadınları kültürel yaşamdan, toplumsal yaşamdan dışlayarak, kendi egemenliklerini kurmuşlardır. Onların tekelleri ellerine almaları önce faşizme sonra faşizmin doğal sonucu olan savaşlara yol açmıştır.”
Ben, Virginia Woolf’un intiharında temel etkenin iki savaş yaşamışlık olduğuna inanıyorum. Savaş sadece mermilerle bombalarla öldürmüyor, yaşamla ölüm arasındaki sınırı azaltarak, doğayı, kentleri, değerleri tahrip ederek… O da savaşın dehşetine duyarlı yürekleri ile tanık olmuş bir çok sanatçı gibi acıyı susturmak için başka yol bulmaz olur: Arshile Gorky, Cesare Pavese, Romain Gary, Jack London, Sergey Yesenin, Mayakovski, Paul Celan…”
Kadınların sadece kendilerine ait zihin odalarına kimsenin kirli ayakları ile girmesine izin vermemelerini diliyorum, Sınıf mücadelesinden kopmamış, kadının gerçek özgürlüğünün eşitlikçi bir toplumda olduğunu göz ardı etmeyen, gerçekçi bir bakışla. Sınıf mücadelesini ıskalayan her türlü kadın mücadelesi içi boş bir kavram olarak havada asılı kalacaktır.
Ölümsever kimliklere karşı yaşama sevinci böyle kazanır, savaşlar böyle sonlanır.
NOT
Virginia Woolf’un eserlerini çeviren tüm çevirmenlerimize müteşekkiriz. Aralarından iki ismi anmasam olmaz, Mina Urgan ve Tomris Uyar. Anıları ve eserleri çok kıymetli.
Sally Potter da kadın olarak bizleri onurlandıran bir güçlü isim. Yönetmen, senarist, kareograf, müzisyen… çoklu zekaya sahip, çok yönlü bir sanatçı. Diğer filmlerini de izlemenizi öneririm. Örneğin, Tango Dersleri. Bu film de aynı zamanda oyuncu olark da yer aldığını belirteyim. Bri de merakla beklediğimiz son filmi var: The Roads Not Taken . Oyuncu kadrosu da çok güçlü. Javier Bardem, Salma Hayek, Julianne Moore
İlk yorum yapan siz olun