Filmleri izlemek , kitapları okumak kadar anlatmak da farklı bir serüven. Bir sanat yapıtını duyumsamak anlamanın ikamesi değil tamamlayıcısı oluyor kanımca. İyi hikâye anlatıcıları katman katman soyulabilecek eserler koyuyorlar ortaya. Bir de öznel kavramlar bunlar, bilgi birikimimiz ve felsefi temelimize göre duyumsamalarımız farklılaşır elbet. Pablo Picasso’nun Guernica’sını ele alalım. Resim sanatı veya sanat tarihi hakkında hiç bir temeli olmayan kişiler bile resimdeki acıyı duyumsarlar. Savaş görmüş birisi daha derin bir şeyler duyumsayacaktır, İspanyol İç Savaşını yaşamış birisi daha da derinden etkilenir. Bununla birlikte, Robert Hessens- Alain Resnais’in Guernica filmini izleyen bir başka birey için anlamak, duyularımızı bombardımana tâbi tutar. Neyse!
Film, Kuleşov’un montaj kuramını anlatan çok bildiğimiz kısa filmle başlıyor. Bir adam ardından bir kap çorba ve bir bardak su+adamAynı adamın aynı görüntüsü+ tabutta bir kız çocuğu+adam Aynı adamın aynı görüntüsü+ genç güzel bir kadın+adamöncül görüntü adamın yüzündeki ifadeyi her seferinde farklı değerlendirmemize yol açıyor.Ynai duymsamalarımızı farklılaştıran kurgu. Kuleşov’un bu örnek filmini baştan göstererek, yönetmen bize diyor olmalı ki: izleyeceğiniz filmde görüntüleri karıştırarak zihninizi bükeceğim. Bu bir önseme (foreshadowing) bence. Şimdiden meraklandım. Aslında montaj sadece filmlerin karelerini kesip yerlerini değiştirirken yapılmıyor, kendi hayatımızın anlardan ibaret karelerini de hababam montajlıyoruz anımsama yolu ile. Onun içindir ki filmlerde derinleşmeyi önemsiyorum ben. Filmleri ve anlatılarını çözmeyi öğrenirken kendi yeraltına girebilecek ve orada gördüklerimizle yüzleşebilecek beceri ve cesareti edinebiliyoruz diye düşünüyorum. Filmlerdeki bodrumlar genellikle bilinçaltımızın metaforu zaten. Bu filmde var mı? göreceğiz, ilerleyelim!
Ardından retro duvar kağıtları gösteriliyor bize: birkaç desen ve renkte. Duvar kağıtları… arka planları hayatımızın. Arka Plan değişince sahne değişir diye biliyorum. Bir evin içini dolaşıyor kamera , içeride objeler nostaljik. Dikiş makinasından, sedef kutulara, duvardaki fotoğrafa, dantel perdelere…. Bir de tekerlekli sandalye var. Dış mekan: Kar yağıyor, bir kız kırmızı mantosu ve beresi, sarı kaşkolu ile bekliyor, muhtemelen sevgilisini. İç: Yaşlı bir adam camdan dışarı bakıyor, gene kar yağıyor. Duvar kağıdını ve dantel perdeleri tanıyoruz. “varsayımlar artıyor korkum doğruymuş şimdi…”kız gene görüntüde, ardından aynı camdan dışarıya aynı duruşla bir başkası bakıyor. Adamın genç hali sanki.. Tuhaf! “sadece bir soru” Kızın sevgilisi geldi, kızı aldı yolculuğa başladılar, çocuğun ailesini ziyarete gidiyorlar. Çocuğun adı Jake. Kısa süre önce tanışmışlar. Biz bunları kızın bilinç akışının dış sesle bize verilmesinden anlıyoruz. Jake hiç yabancı gelmiyor. Neyse, önemli değil, yaşlanıyorum ve belleğim çok oyunlar oynayabiliyor bana!
Kızla Jake yola devam ediyorlar. Kar mütemadiyen yağıyor. Kar edebiyatta metafizik topografyaları temsil ediyor. İz kalmaz üzerinde, yokluktaki gibi. Bir de rüzgar var. Kar metafizik mekana işaret ederken, rüzgâr tekinsizliği anlatıyor. Tekinsiz deyince Freud’un tekinsiz tanımlamasını anımsıyorum: “bastırılmış olanın geri dönüşü” Bu film de de bastırılmış olanın geri dönüşüne dair bir şeyler olmalı. Evdeki yaşlı adama dönüyoruz. Masaya koyduğu küçük ekran bir televizyonu izliyor, bir şeyler yiyor, daha sonra bulaşıkları sudan geçiriyor. Pencereden bakıyor, boş bir salıncak var, eski. Boş salıncaklar ne hüzünlüdürler, sarkaç gibi salınımları ile akıp giden zamanı simgelerler, üstelik dokunsanız çok şey anlatacakmış gibidirler. Film devam ediyor, adamın eski model bir pikap araca binip devam ettiği yerdeyim. Arabada boş bir fast-food ambalajı, dişi palyaço resmi var üzerinde. Bir fast- food markasının amblemi. Radyoda dini yayın var. Gençlerin aracında bir country tarzı müzik çalıyor, Jake kıza Lucy diye hitap ediyor. İsmi Lucy mi? Bilmem öyle hitap ettiyse öyle olmamalı mı? Kızın iç sesi sürekli bir şeyleri bitirmek istediğini söylüyor, Jake’le ilişkisini mi bitirmek istiyor. Yolculukları bir tuhaf: sanki ne içindeler zamanın ne de büsbütün dışında! İki sevgilinin cilveli ilişkilerinden eser göremiyorsunuz . Bir şeyler konuşuyorlar ama çoğu entelektüel gevezelikler. William Wordsworth’un bir şiiri, kızın yazdığı bir şiir, Mussolini’nin treni, virüsler, Bette Davis’den bir söz….Virüsler için sohbetleri ilgimi çekiyor:
L-Her Şey yaşamak ister virüsler buna sadece bir örnek hatta bazen boktan film fikirleri bile hayat geçmek ister.
J-Bazı böcekler topluluğun idamesi için kendilerini patlatıyorlar.
L-Yani intihar bombacıları gibi!
Adamın pencereden izlediği boş salıncakların önünden geçerler. Salıncaklar henüz yeni, pencereden görünenler eskiydi. Tuhaf buluyorum. William Wordsworth şiirinde Lucy diye bir kız varmış, güzel ve idealleştirilmiş kadını anlatan. “Talecy Town Dairy” diye bir tabelayı geçtiler simdi. Bizim ihtiyar, okul olduğu anlaşılan bir binaya gidiyor, koridorda öğrenciler. İki sıska sarışın kız adamın arkasından taklidini yapıyorlar: omuzları düşük yalpalayarak yürüyüşünü. Kıkırdaşıyorlar. İhtiyarlık ülkesi onların hiç uğramayacağı bir yer sanıyorlar. Bizim çiftin Bette Davis’den naklettikleri sözleri anımsıyorum: “Getting old ain’t for sissies/Yaşlanmak kızlar için değildir” Adam belli ki okulda hademe, tamir işleri yapıyor, yerleri paspaslıyor. Çok yorgun görünüyor, hayatın yorgunu! Gençlerin aracında Oklahoma müzikalinden bir parça çalıyor, okulda da aynı müzik! Kız ve Jake eve vardılar. Arabadan indiğinde kızın manto, bere ve kaşkolunun rengi arabaya bindiğinden farklı gibi geldi bana. Bu renk değişimi Kaufmanvâri bir leitmotiv olmasın, dur bakalım! Ahırları geziyorlar, donmuş koyunlar var, hava çok soğuk olduğundan gömmeye gerek görmemişler, baharda gömecekler. Jake kıza acı çekmemesi için öldürdükleri domuzlardan bahsediyor: karınlarını kurtlar sarmış, canlı canlı yemeye başlamışlar onları. Acı çekmemeleri için öldürmüşler onları. Kendi kurtlarımızı düşünmeden edemiyorum, beynimizi kemiren! Ölümlü olduğunu bilen tek canlının insan olduğundan söz ediyorlar, umudu o nedenle icat ettiğimizden. Evin duvar kağıtları, perdeleri, merdivenleri tanıdık geliyor bana. Duvar kağıtlarının değişimleri neyin simgesi olmalı ki, belki de hikaye anlatıcılarının ustalıkla eğip büküp, içinde serbestçe gezindiği/gezindirdikleri zamanın simgesi olmuşlar. Hayatımızın arka planı olan zamanın. Bizler hepimiz hikaye anlatıcılarıyız aslında diye düşündüm. Kendimize ve birbirimize bir dolu hikaye anlatıyoruz, akıp zamanda zihinsel yolculuk yaparak derlediğimiz anlardan, çoğu zaman sıralarını yeniden yeniden kararak! Okuduğum bir kitapta diyordu ki; “Sürekli birbirimizi kandırıyoruz, ama beynimizin dikkatle ilgili görevlerini bu şekilde yerine getirmesi sayesinde onun sadece küçük bir kısmını kullanarak hayatta kalmayı sağlıyoruz” Iain Reid’in Narrative Exchange isimli bir kitabı var. Anlatının değiş-tokuşunu anlatıyor. Önemli şeyler söylüyor olmalı.
Jake müzik dolabının kapağını açıp, pikaba bir plak koyuyor. Çocukluk evimdeki müzik dolabını anımsadım, Amerikan Pazar’ından alınmıştı sanki, ya da bana öyle geliyor! Yol boyunca kızın cep telefonuna mesajlar, çağrılar geliyordu. Cep telefonu ve müzik dolabı, filmin objeleri çok anakronik geldi bana gene. Oklahoma çalıyor şimdi, okula bakıyoruz orada da aynı müzik. Üstüne üstlük dansçılar koridorda Oklahoma performansı sergiliyorlar. Çok sürreal! Jake’in anne babası biraz tuhaflar, zaten ortada yoklardı, neden sonra indiler merdivenden. Babası ilk karşılaşma anında bakmıyor bile Jake’e . Ah babalar ve Kronos kompleksleri diyorum, erkek çocuklarınıza neler ediyorsunuz böyle siz! Yemekteki sohbette, bizim kız ressammış, resimlerinden söz ediyor, manzara resmediyorum diyor, ruh halime göre farklı manzaralar. Baba soruyor, eğer hüzünlü bir insan yoksa, manzaranın hüznünü nasıl ifade edersiniz?. Andrew Wyeth’in ünlü tablosundan, Christina’s World’den örnek veriyor ve diyor ki orada kız olmasa hüznü nasıl ifade ederdin? Bana saçma bir soru gibi geldi hüzün ve neşenin rengi bile farklıdır değil mi? “Christiana’s World “filmlerde çok yer almış bir tablo. Bazılarında doğrudan, bazılarında dolaylı. Kutsal Geyiğin Ölümü’nde yabancının lanetine uğrayan çocuklar Christina gibi sürünüyorlardı. Bununla ilgili bir yazı:(https://www.vice.com/…/decoding-the-killing-of-a-sacred…)
Annenin kulakları ile ilgili bir sorunu var, bir de sürekli saçlarını çekiştirip koparma sorunu. Lucy’miz ise tırnaklarını yiyor. Yemekte çok şeyden söz ediyorlar, “Forget Paris” filminden ve Billy Crytal’den mesela. Eve geldiklerinde Lucy ve Jake’in Tolstoy’a atıfta bulundukları bir konuşma yaptıklarını anımsıyorum. Çok entelektüel sos var filmde. Anlatıcının yalnız birisi olduğunu ve hayatı kitaplardan, filmlerden televizyondan tanımışlığının altı mı çizilmektedir? Anlatıcı derken hem kelimesi kelimesine anlatıcıyı kastediyorum, hem de ötesini! Yemekte ne demişti Jake’in annesi? “Jake’in büyürken hiç arkadaşı yoktu ” Çoğumuz Jake’iz diye düşünüyorum, arkadaşsız çocukluklar, içe kapalı kimlikler. Geçmişe ilişkin anılarımızın çoğu arkadaşlar ve sevgililerden değil, belki bir kitaptan, belki bir ortamda karşı masada izlediğimiz bir çiftten, belki okul koridorunda karşılaştığımız ama tanımadığımız öğrencilerden oluşuyorlardır ve zihnimizin filminde rol veriyoruzdur onlara. Bebeklerimize isimler taktığımız gibi isimlendiriyoruzdur kurgu bebeklerimizi de. Evin bodrum katı var, Jake korkuyor bu kata inmekten. Yani aslında bilinçaltı duyguları ile yüzleşmekten korkuyor bence, örttüğü anılardan. Lucy iniyor, annenin geceliğini yıkayacak, makine dönüyor, eski tip çamaşır makinalarından, içinde dönen gömleklerde arma işli, okul armasına benziyor. Jake’in bilinçaltını simgeleyen bodrum katına Lucy’nin inmesi de önemli bir ayrıntı olmalı diye düşünüyorum. Vekil yüzleşici!
Kızı şimdi Jake’in kapısında “Jake’in Çocukluk Odası” yazan bir odada görüyoruz. Kitaplar var, bir kitabın açık sayfasında bir şiir var, Lucy’nin arabada Jake’e okuduğu ve kendi yazdığını söylediği şiir bu. İçinde küller olduğunu düşündüren bir porselen kavanoz var, üzerindeki etiket düşündürüyor külleri. Eve geldiklerinde onların karşısına bir kaç kez çıkan ve ıslak tüylerini sallayıp duran köpeğin ismi yazılı etikette. Kafa karıştırıcı! Hele hele duvarda bir çocuk fotosu var ki, o esnada içeri giren Jake kendi çocukluk fotosu olduğunu söylese de Lucy bunun bir kız çocuğuna hatta kendi çocukluğuna benzediğini düşünüyor. Kafam iyiden karışıyor. Ev çok tuhaf, insanlar birden kayboluyorlar ortadan (köpek de). Sonra ansızın çıkabiliyorlar, ansızın aklımıza geliverip sonra salıverdiğimiz birer anı gibi her şey! Kız dönmek istiyor, gece evinde olmak istiyor. Yola koyuluyorlar. Yolda hani gelirken tabelasını gördükleri yerden dondurma alıyorlar. Dondurmacın amblemi ile filmin başlarında yaşlı adamın arabasında karşılaşmıştım. Palyaço kadın! Bu karlı havada dondurma yemek de neyin nesi? Dondurmacıda iki sıska zayıf kız var tezgahtar olarak, kıkırdayıp duruyorlar, Jake’in hali bir tuhaf. Kızlara görünmemek ister gibi yan dönüp yüzünü göstermemeye çalışıyor. Zaten bu kızlar bana tuhaf davranıyorlar beni görürlerse dondurma vermezler demişti. Sonra arkadan esmer bir tezgahtar kız çıkıyor. Kızı tanıyacak gibiyim. Lucy de tanıyacak gibiymiş. Kızın kolları kızarıklık içinde. Ben çıkardım, bu oyuncu “After The Wedding”te de vardı (Bier’in filmi değil remake olan). Ayemdibiledim, Abyy Quinn’miş ismi. Aslında sıska sarışın kızlar da yabancı değiller, başka bir filmde falan da değil, bu filmde karşılaştım sanki onlarla! Lucy esmer kızı çıkaramadı, kız kollarındaki kızarıklıkları açıklayamadı, Lucy için korktuğunu söyledi. Filmin tansiyonu da bu noktadan sonra artmaya başladı. Ürperti ve merak arası bir duygudayım, Hitchcock’un süspens dediği duygu bu.
Dondurmacıya yaklaştıkları zaman neyi konuştuklarını anımsıyorum. Çocukların sorunlarında Freudvari bir bakışla anneleri mesul tutmanın ne kadar kadın düşmanı bir bakış olduğundan söz ettiler, 1973 yılına kadar ruhsal hastalıklar rehberinde eşcinselliğin ruhsal hastalık olarak kabul edildiğini, bundan da korumacı annelerin mesul tutulduğunu. Jake şöyle bir şey söyledi:- ötekileştirip kategorize edip etiketlediğimiz insanları hiçe saymamız çok aşağılıkça. Her gün okulda çocukları görüyorum, dışlanmış olanları görüyorum. Farklılar herkes gibi değiller. Hayatlarının bundan nasıl etkileneceğini görüyorum. bazen onlarla yıllar sonra şehirde, süpermarketlerde vb. karşılaşıyorum. Bunun izlerini hâlâ taşıdıklarını görebiliyorum. Şey gibi: kara bir bulut gibi, değirmen taşı gibi, açık bir yara gibi!- Onlar konuşurken biz gene okula dönüyoruz, koridorda dondurmacıdaki esmer kız, herkesten ayrı yürüyor, başı önünde, ezik. Karşısından gelenler arasında yaşlı bir baş var, bizim hademeyi çağrıştırdı bana. Sahi okulla Jake’in bağlantısı ne? O bir laboratuvarda çalışıyordu sanki ya da laboratuvardan yeni ayrılmış gibi anladım. Annesi öyle bir şey kaçırmıştı ağzından.
Dondurmacının kapısında da Anna Kavan’ın “Buz” romanından bahsetmişti Jake. Duymamışım, gugılladım, şöyle bir şey söylenmiş kitap için.“ Buz gerçek dışılığın hüküm sürdüğü, düşlerle alegorilerin iç içe geçtiği marjinal bir bilim kurgu, “Kafka’nın kız kardeşi” olarak anılan Kavan’ın başyapıtı.”
Dondurmaları alıp yola koyuluyorlar . Yolda Jake’in entelektüel gevezelikleri bitmiyor, David Foster Wallace’ın bir makale kitabını okuyup okumadığını soruyor kıza. Belki tanıyanlarınız vardır, ben ismini ilk kez duydum, araştırdım tabii. 1996 yılında yazdığı “Infinite Jest” isimli romanı Time Dergisinin 1923 ila 2005 arasında yayınlanmış 100 en önemli roman listesinde yer almış. 2008 yılında intihar etmiş, depresyonla ilgili çok kitabı var, kendi ruhsal hastalığı hakkında tek kelime yazmamış ama. Jake, Wallace’dan bir alıntı da veriyor: “Güzel insanlar, güzel olmayan insanlardan daha hoş görünür genel ilişkinin kombinasyonu, hem güzel görüntülerin çekicilik unsurunu güçlendiren hem de biz izleyicilere bakışlar karşısında kendimizi güvensiz hissettiren bir döngü başlatır ” Demek ki, insanlar gibi cihazlar da kendimizi öteki hissettiriyor. Ah Jake, kızın her şeyi bitirmeyi düşündüğü kadar var, çok sıkıcısın, ne bu şimdi!
Yetmedi şimdi de Guy Debord’dan bahsediyor. Marxist Fransız düşünür. Gösteri Toplumu isimli kitabında “Tüm dünya aynı gösterinin sahnesidir artık; hepimiz aynı gösterinin oyuncusu ve seyircisi oluruz. Tarihsel bilgiyi yok etmek, özgünlük görünümü altında sansürü genelleştirmek, gösterinin vazgeçilmez ikizi olan terörizme girişmek, doğruyu bir yanlışlık anı yapmak, öznelliği silmek… gösteri toplumunun söylemini oluşturur.” diyen tam bir karşıt söylemci Debord. Kitabı anlatan şöyle bir film video buldum: https://www.youtube.com/watch?v=IaHMgToJIjA Türkçe altyazısı da varmış. Hemen bu gece izlerim. Bende zaten Jake’lik var biraz, daha da kapılmayayım diyorum ama! Guy Debord aynı zamanda bir sinemacı. Burjuvanın elinde bir oyuncağa dönüşen sinemayı ele alıp onu insanları sokaklara dökecek biçimde dönüştürmek isteyen Depord’dan bahsetmesini önemli bir husus olarak değerlendiriyorum Kaufman’ın.
Seçimlerimizi etkileyen unsurlar konusunda açılım yapmış bence Kaufman. Jake, Wallace ‘dan verdiği alıntıyla medyaya, Guy Debord’dan verdiği alıntı ile medyayı da içeren daha geniş bir sisteme işaret etmiş. Aslında seçimlerimiz yok, aynı gösterinin oyuncusu ya da seyircisiyiz diyor bence. Yola devam ediyoruz, Lucy’nin yüzü değişmiş, yaşlı adamın okulda izlediği romantik komedinin karakterinin yüzü onun yüzünün yerine gelmiş. Bir an oluyor bu, sonra Lucy’nin kendi yüzü geri geliyor yerine. Yolculukta giysisinin rengi durmadan değişti, mesleği değişti, ismi değişti de ilk defa yüzü değişiyor. Birlikte Guy Debard’ın şu sözünü tekrarlıyorlar
“ Gösteri, kitle iletişim teknolojilerinin ürettiği salt görsel bir aldatmaca olarak anlaşılamaz. O bir dünya görüşüdür: somutlaşmış, nesnel hale gelen bir dünya görüşü. Bütünlüğü içerisinde değerlendirilince gösteri, egemen üretim tarzının hem sonucu hem de hedefidir”
J-dünyayı bu gözle işler ve biz önceden yorumlanmış metinleri izleriz, bizi kendine dönüştürür.
L-bir virüs gibi. Tabii ki bir virüs gibi! virüs yaşamak için başka bir organizmaya ihtiyaç duyuyor. Sistem de yaşamak için bizim beynimize.
Biz biz miyiz? Jake, eriyen dondurmalar arabaya bulaşmasın diye bardakları atacak bir çöp bulmak istiyor. Çöp kasaba ilkokulunun bahçesinde varmış, anayoldan sapmak zorundalar. Ames dedi kıza bu kez. Kız eve dönmek istiyor. Engel olamıyor ama. Anayoldan sapmak tekinsizdir hep ama saptılar. Hâlâ entelektüel tonda bir sohbet var arabada. Nesnelerin renksiz olduğu , rengin ışıkta içkin olduğuna dair bir sohbetleri de olduğunu anımsıyorum. Her şey beyindedir diyor Jake. Doğru! Her insanın renk görüşü farklı , farklı dalga boylarına reaksiyonu farklı göz-beyin ikilimizin. Üstelik başka canlıların renk görüşü insandan çok farklı. Bizim beynimizde üç renk alıcısı varken, arılar ve böceklerin dört alıcısı var ve daha geniş bir spektrumda renk görüşüne sahipler. Goethe’den renkle ilgili bir söz de nakletti kız “renkler ışığın eylemleri ve çileleridir” (Meraklısı için Goethe’nin aynı deyişinden bahseden 2009 tarihli renkle ilgili bir yazımın bağlantısı:http://renkmeseleleri.blogspot.com/…/renk-ne-icindir.html)Jake sözü çok şâirane bulduğunu söyleyince , evet zaten ben de bir şâirim dedi. Goethe’nin sözünü sahiplendi yani! Söze de fizikçiyim diye başlamıştı. Bu kızın bildiğimiz anlamda bir bireyselliği yok, bir çok kişinin karışımı diyeceğim neredeyse, ismi, cismi, mesleği, giysilerinin rengi değişip duruyor. Aslında belki kız da yok! Şimdi rengi bıraktı zamana geçti Jake, zaman da sadece beyinde var olur diyor. Ama gene de yaşlanıyoruz yanıtına da belki de sadece öyle görünüyor diyor, bazen kendimi olduğumdan genç hissediyorum, bazen de sanki içimde bir çocuk var, bir aynanın önünden geçene kadar.
L-Gençlik daha mı iyi?
J- Evet. Takdire şayan.
L-Bir insanın gençliği neden takdir edilir, derenin belli bir noktasın takdir etmek gibi?
J-daha sağlıklı daha parlak, daha eğlenceli, daha çekici, umut dolu, bilim ve sanat alanında çığır açan her buluş gençliğin eseri. Yaşlılık gençliğin posasıdır.
Jake çok acımasız. Gonca gül değilsek de solmuş gülüz diye düşünürüm, solsak da bütünlüğümüzü koruyoruz. Posa tarifi fena olmuş. Jake’in direksiyondaki eli birden çok yaşlanmış gibi. Geldiler, park ettikleri yerde bir de pikap var. Okulda birisi olmalı. Jake uzun süre dönmedi. Kız çok tedirgin bir an önce dönmek istiyor, Jake ise oyalanmak. Lucy gitmek isteğini görmezden gelmesini “tecavüz” olarak niteliyor. 1936’da yazılmış bir şarkının sözlerini yineliyor, kadının erkeğin cazibesini onaylamak zorunda olmadığına işaret ediyor. Bu çok önemli bir saptama bence. Kadına şiddette burada işaret edilen yanlış varsayımın etkisi ne kadar büyüktür kimbilir. Sonra Lucy sakinleşiyor, yumuşuyor, birbirlerine yakınlaşıyorlar hatta kitapta Jake Lucy’nin bluzunu çıkarıyor. Jake birisinin onları dikizlediğini düşünüyor, bir hışım arabadan iniyor, okula gidiyor. Gidiş o gidiş. Lucy ile birlikte ben de gerginlikle endişe ile bekledim. Çocukluğumda merakımdan kitabın sonuna bakıverirdim, filmi sona sarasım var ama yapmıyorum. Bekliyoruz. Jake anahtarı almıştı, motor çalışmıyor, araç giderek soğuyor, dışarıda kar, fırtına. Bin pişman zamanında gafil avlandığına, telefon numarası istendiğinde hayır demediğine, bir kez evet demeye gör, hayır demekte yetersizsen evetlerin sonu gelmiyor ya da hayırlar etkisizleşiyor diyor. Daha çok kadınlara ait durumlar bunlar tabii. Arabadan iniyor, kapıyı kapatıyor ve anahtar olmadığı için dışarıda karların arasında kalıyor. Okul binasına gitmekten başka seçeneği yok artık Üzerindeki kıyafetler mavi şimdi. Okul binasında hademe ile karşılaşıyor. Adamın gömleğindeki arma çok tanıdık, hani o bodrum katındaki makinede yıkanan gömlekteki arma bu. Elinde uzattığı terlikler ise Jake’in terlikleri. Jake ve Lucy kimlikleri bu binada çözünüyor, eriyip yok oluyorlar o mekanda. Tüm kimlikler o yaşlı hademenin kendisidir aslında. Her şeyi sonlandırmaya karar vermiş yaşlı ve yalnız bir adamın belleğindeki anlardan derlediği filmin kahramanlarıdırlar tüm karakterler sadece. Filmin isminde bir “red herring” saklı olduğunu anlarız: bizler bir kız sevgilisi ile ilişkisini sonlandırmayı düşünüyor diye yönlendirilmişken, bir adam yaşamını sonlandırmayı düşünüyordur aslında. Oz büyücüsünü düşünüyorum, her şeyin hayal âleminde yaşandığını kızın o âlemde karşılaştığı karakterlerin gerçek hayatta var olmalarından anlarız. Bu filmde ise var olmamalarından. Yaşlı ve yorgun zihin onları belleğindeki bölük pörçük anılardan derleyip iki ayrı kişide komprime etti. Anlarla birlikte derledikleri okuduklarından TV’de izlediklerindendi. Yalnız büyümüştü, belki eşcinseldi ve ötekileştirilmişti. Kitaplara ve filmlere sığınmıştı.
Bence bu film, yalnızlık , umutsuzluk ve pişmanlık üzerine. Yaşlı Jake’i şizofrenik bulmuyorum, bu izlediklerimiz kişilik bölünmesine benzese bile. Lucy kadınlarla ilişki kuramamışlığını telafi eden bir hayaldi, belki cinsel yöneliminden belki de ezikliği, içe kapalılığı ve çekingenliği nedeniyle onlara nasıl yaklaşacağını bilememişti. Lucy’ye olmak isteyip olamadığı tüm meslekleri giydirdi. Ressam, şair, fizikçi…. Etkilendiği şiirlerden ve filmlerden isimler ve yüzler çekip aldı ve yakıştırdı ona. Dondurmacıdaki kızlar elbette okul koridorundaki karşılaştığı kızların zihninde başka mekanda dışavurumu idi. Sarışınlar onla alay edenler, esmer ötekileştirilen yalnız kız. Esmer kız eşcinsel miydi?
Filmde ve romanda intihar biçimler farklı. Kitap daha sert. Daha kanlı bir ölümü var adamın. Filmde ise pikabına biniyor ve bekliyor. Donarak ölüyor. Zihninde yanılsamalar, onu okula götüren domuz, koridorlarda Oklahoma müzikali ve dans. Son sahnede bir ödül konuşması yapıyor. İzleyiciler ise belleğindeki bütün bir sanal cast! Bu sahneler filme Hollywoodvâri bir melodram havası ekliyor ve bence değerinden eksiltiyor. Bu sahneleri Lars Von Trier koyar mıydı, Haneke? Sanmıyorum! Belki Netflix’ten finansman sağlamanın bedelidir! Filmde Lynchvari bir anlatım var. Nasıl David Lynch “Mullholland Drive” filminin başında bir çok şeyin ipucunu verdiyse, bu filmde de çok ipucu verilmiş aslında. Saralım başa, evin penceresinden dışarı bakan adam Jake’e dönüşüyor. Bu ipuçlarından birisi sadece. Söylemeyi atladım Lucy’ye kendi numarasından çağrılar geliyordu. Bu da yeterli delildi. Filmde ara sahnelerde yaşlı adamı görüyoruz, kitapta öyle değil. Ara sayfalara bir metin giriyor ve feci şekilde intihar etmiş bir adamdan bahsediliyor. Entellektüel metinlerin neredeyse tamamını Kaufman eklemiş, orijinal metinde yok. Onları bilmeden ve irdelemeden film sözünü söyleyebiliyor mu? Evet!
Kitaptaki tansiyonu filme kıyasla daha yüksek bulduğumu söylemek isterim. Hâsıl-ı kelam, kitabı da filmi de çok beğendim. Şunu belirtmek isterim, bence bir post-modern anlatı izledik: kimliklerin, cinsiyetlerin zamanın ve renklerin sıvılaştığı ve birbirine karıştığı bir anlatı. Hiç bir şey katı değil. Post-modernist anlatının yerini post- post-modernist ya da meta- modernist anlatının aldığı zamanlarda biz post modernist eserleri çözümlemek için uğraşı veriyoruz. Bu akımların köklendiği kültüre maruz olmamıza karşı yaşamsal gerçeklerimiz farklı olduğundadır belki. Ya da şöyle söyleyeyim. maruz olsak da bu kültür bizim değil. Modernleşmeyi eksik yaşamış bir toplumun bireyleri için post-modernizm ya da post-post modernizm tarzını çözmek zorlu iş.
Son söz olarak Jake aslında kim diye sorarsanız, bence bizzat yazar derim. Kadın, erkek, kadın, genç yaşlı olabilen, zamanla, renklerle oynayabilen aslında o. Belki de yönetmendir Jake. Lucy’ye kendi ağzından boktan film fikirleri ile ilgili eleştirel cümle sarf ettirmedi mi? Yazar/yönetmen her karakterinin suretine bürünebilir, kurgu dünyasının trikstırıdırlar onlar. Belki de okuyucu/izleyici olarak bizizdir Jake. Olamaz mı?
Kitabın son sayfasını yazıma eklemesem noksan kalacak her şey. Yaşlı Jake’in cesedini bulanların konuşmasına kulak verelim:
-Sormak istediğim bir şey vardı; şu not.
-Ne?-Not. Cesedinin yanında bulunan. Bir not olduğu söylendi bana.
-Onu da mı duydun?
-Evet.-Aslında not denemez ama…ayrıntılı bir şeydi.-Ayrıntılı mı?
-Bir tür günlük galiba, belki de öykü.
-Öykü mü?-Yani, bazı karakterler hakkında bir şeyler yazmış, belki de tanıdığı insanlar hakkında. Ama o da öykünün kahramanlarından biri. Anlatıcı değil yalnız. Beki de öyledir. Bir açıdan. Bilemiyorum. Anladığımdan emin değilim. Neyin gerçek, neyin gerçekdışı olduğunu anlamıyorum. Buna rağmen
-nedenini açıklıyor mu? Neden böyle bitirdiğini?
-Emin değilim, Emin değiliz doğrusu. Belki.
-Nasıl yani? Ya açıklamıştır ya açıklamamıştır.
-Sorun şu ki…-
-Ne?-O kadar basit değil. Bilmiyorum. Burada işte: Bak buna
.-Bunlar nedir? Ne kadar çok sayfa var. yazdıkları bunlar mı?
-Evet. Okumalısın. Ama belki sondan başlama daha iyi olur. Sonra geriye doğru gidersin. Ama önce oturmalısın bence
İlk yorum yapan siz olun