Film, bir tiyatro oyunuymuşcasına, perdenin açılışı ile başlar, perdenin kapanışı ile biter. Hem tiyatroyu konu alır, hem de tiyatro havasındadır, Shakespeare’in “Tüm yaşam bir sahne” sözünün ifade ettiği manâ, filmin üzerine kurulduğu ana temalardandır.
Perde Açılır. Yıl 1827. Paris’te tiyatroların sıralandığı, Boulevard du Crime (Suçlar Bulvarı) diye anılan Boulevard du Temple (Tapınak Bulvarı). Fransız Devrimi sonrasınndayız. Yönetim, tiyatroları yüksek sanat ve operanın icra edildiği tiyatrolar ile, özel mülkiyete ait vodvil tiyatroları olarak ikiye ayırmıştır. Filmimizin geçtiği Suçlar Bulvarı’nda (bulvar, takma adını burada oynanan suç temalı oyunlardan almıştır), bahsettiğimiz vodviller, pandomim gösterileri, komedyalar oynanmaktadır. Kaldırımlar jonglörler, vücut göstericileri, pandomim sanatçıları, akrobatlar, yankesiciler, isportacılar, maymun oynatıcıları, fahişelerle doludur ve her gün bir panayır havasında yaşanır .Filmin kadın kahramanı olan güzeller güzeli Garance, caddede bir çadırda su dolu bir varil içerisinde, elindeki aynaya bakarak, bedeninin suyun üzerinde kalan omuz ve üstü kısmını sergileyerek yaşamını kazanmaktadır. Gösterisinin adı “Banyosundaki Gerçek” tir.
Garance bir gösteri sonrası kalabalık caddede dolaşırken, bir platform üzerinde gösteri yapan Funanbules Tiyatrosu gösterisine denk gelir. Gösteriyi izlerken bir adam tarafından kişinin saatini çalmakla suçlanır, Onu bu suçlamadan kurtaracak olan kişi ise, bulunduğu platformda saatin başkası tarafından çalınmasına şahit olan pandomim sanatçısı Baptist olacaktır. Garance’ın şükran duygusunu ifade etmek için Baptiste’e çiçek fırlattığı an, sanatçının, Garance’e (arzunun o belirsiz nesnesine), karşı yaşayacağı tutkulu aşkın başlangıç anı olacaktır. Garance’a tutkulu aşk besleyen iki kişi daha vardır: cani ruhlu Lacenaire ve tiyatro oyuncusu Frédérick Lemaître . Garance’ın hayranları arasına, Paris’in en varlıklılarından Kont Edouard de Monray da eklenecektir. Filmde kuşkusuz en olumlu karakter Baptist’tir.
Pandomim sanatçısı Baptist ile sinemanın sessiz döneminin ve Charlie Chaplin’in Büyük Diktatör filmindeki rolünün simgelendiği söylenir. Baptiste bir açıdan da halk masallarında sıkça geçen “hödük oğul” tiplemesidir. Aynı masallarda olduğu gibi, hödük oğlan kendisinden umulmayacak başarılar gerçekleştirerek çevresindekileri şaşırtır. Garance ise direnen Fransa’nın temiz ruhu olarak değerlendirilebilir. Dört erkekle de bir anlamda ilişkisi vardır ama öz bağımsızlığını hiç yitirmemektedir. Frederick rastgele cinsel ilişkileri olan güvenilmez bir karakter olsa da, aktörlük vasfı çok kuvvetlidir, mizah duygusu da yüksektir. Funanbules Tiyatrosu’nda aslan postuna bürünerek oynayan bir oyuncu kavga eder ve arkadaşları ile birlikte işi bırakarak, yolun karşısındaki tiyatroya geçer. Frederick, zaten iş aramaktadır bu role talip olur, daha önce tiyatroda oynadın mı, ne oynadın? sorusuna yanıtı:-Tüm aslan repertuarını oynadım; Aslanlar Körfezi, Aslan Yürekli Richard, Pgyma-lion… Ucuz bir meyhanede Baptist ile kafa çekmektedir. Bardaki garibanlara dönerek kadeh kaldırır: “Şerefe dostlarım! Bu gece Jül Sezar ile içtiniz” Alacaklılar tiyatroyu basıp, hep birlikte üstüne çullandıklarında:”Yetişin kazaklar! Büyük Frederik’i öldürüyorlar”
Frederick aşık olduğu Garance’ın Baptiste’i sevdiğini anladığı an ilk kez kıskançlık duygusunu tadar. Ancak bundan rahatsız olmayacak tam tersine memnuniyet duyacaktır. Othello karakteri ona yabancı değildir artık. Böyle söyler. Nitekim, bundan sonraki sahnede ilk Othello performansı muhteşem olacaktır. Lacernaie ile benim koruyucu meleğim diye seslendiği Garance arasında bir ilişki varsa da belki Lacernaie’nin iktidarsız belki de eşcinsel olduğundan cinsellik içermeyen bir yakınlıktır bu. Dört yıllık işgalin yarattığı tecrit koşulları altında büyük zorluklarla çevrilen, 1945 yılının Mart ayında Alman işgali def edileli iki ay geçmiş ama savaş henüz bitmemişken, Paris’te prömiyerini yapan ve 54 hafta gösterimde kalan, işgal kuvvetlerinin sansür kurulunun getirdiği süre kısıtlaması ya da yapımcının ekonomik kaygıları nedeni ile iki parça olarak (Suçlar Bulvarı ve Beyazlar İçindeki Adam) çevrilen ama gösterime bağımsızlık ortamında tek parça olarak giren yapıt, Fransız Sinemasının Altın Çağı’nın son ve en güzel örneğidir, bu niteliği ile de kuğuların ölmeden söyledikleri son ve en güzel şarkılarına benzetilmektedir. Edward Baron Turk’un film hakkındaki kapsamlı kitabında (Child of Paradise:Marcel Carné and the Golden Age of French Cinema) yazdıklarına göre film, özünde, Alman egemenliğine karşı duruşun anlatımıdır. Nazi Politikacısı Rey, 1934 yılında (böbürlenerek) der ki “Almanya’da hala kişisel hayatını sürdürebilenler uykuda olanlardır.” Bu durumda uykunun ürünü olarak rüyalar siyasi önem kazanır ve George Steiner’ın ifadesi ile “özgürlüğün son barınağı ve direnişin kalbine dönüşürler. Totaliter despotizme karşı gösterilen yeraltı direnişinin gizli evleridir rüyalar…
Cennetin Çocukları filmi, ortak düşlerin oyunlar ve filmlere dönüştüğü Fransız Tiyatrolarını, siyasi zulüm karşısında rahatlamak isteyen halkın saklandığı güvenli evler olarak gösterir. Film yalnızca Vichy Fransası’nın toplum normlarına karşı çıkışın değil, ataerkil düzenin kurallarında da karşı durmanın destansı anlatımıdır. Lacernaie’nin kilise değerleri ile uyumsuzluğu, Frederick’in şehvet düşkünlüğü, Baptiste’ın cinsel kimlik belirsizliği, Garance’ın bağımsız kişiliği; Natalie’de cisimleşmiş olan ve Nazi ve Vichy rejimlerince dayatılan toplumsal kurallar için güçlü birer tehdittirler. Üstelik, Baptist, filmin sonunda Nathalie’yi Garance için terk ederek, burjuva ahlakının değerlerini yerle bir eder. Baş erkek karakterlerin üçü de tarihi şahsiyetlerden esinlenilmişlerdir., Garance tamamen kurgusal bir karakterdir.
Edward Baron Turk, kitabında, filmin psikanalitik çözümlemesini de yapar. Ben sanat yapıtlarında bu tür psikanalitik çözümlemeleri çoğu zaman aşırı yorum olarak değerlendiriyorum ama Turk’un bu yorumları olmaksızın da filmi okumak konusunda bazı taşlar noksan kalıyor (tabii bence). Anneyi erken kaybeden (beş yaşında) şehvet düşkünü babaya nefret geliştiren “cennet sürgünü!” çocuk Marcel Carné, içindeki (Freudeçu ve Gill Deleuzecu kavramlarla açıklanabilecek ve bu tanıtımın kapsamına sığmayacak)saplantıları yaratıcı bir güdüye dönüştürmüş, filmde bir mazoşist-estetik yaratmıştır. Edward Baron Turk’un önermesine göre, mazoşist erotik haz arayan kişi, babanın hiçbir rolü olmadığı bir döllemesiz yeniden doğuma özlem duyar bu nedenle fiziksel doruğa çıkmaktan kaçınır, zevk-acı dinamiğine sığınır. (Haneke’nin başyapıtlarından Piyanist filmi bu dinamiği işleyen bir başyapıt bence.) Baptiste bu anlamda Carné’nin içindeki sorunlarının çözülmesi gibidir. Bir otel odasında Garance’la başbaşa kaldığında tutkunu olduğu kadının üzerindeki ıslak giysileri çıkarıp Grand Odalisqe tablosundaki gibi poz vererek onu baştan çıkarmaya çalışmasına rağmen fiziksel beraberlikten kaçar. Bu sahnede “Seni seviyorum “ diye haykırarak odadan kaçması ile tapındığı anne imajına duyduğu gereksinimini ve saplantılı tutkusunu gerçekleştirmeyi ertelemesi anlatılır. Filmin sonlarına doğru aynı otel odasına ikinci gelişlerinde Baptiste artık kaçmaz, birbirlerine yakınlıklarının tablomsu görüntüsü “Madonna ve Çocuk”u çağrıştırmaktadır. Turk’e göre, şimdi, Baptiste- Carné, annesinin saflığı Meryem Ana gibi sonsuza dek bozulmadan kalacak olan “cennetin asıl çocuğu”dur.
Funanbules tiyatrosunda üst balkon “Paradise” olarak isimlendiriliyordu. Ayrıca o zamanlar bir oyuncak mağazasının ismi “Paradise of Children” idi. Carne filmin ismini bu iki isimden esinlenerek verdiğini bir röportajında (1990 tarihinde) ifade etmiştir, filmin adının iki anlamı var der bu röportajında Carné: çocuklar ölmüş ve cennete gitmiş olabilirler ya da o karakterleri oynayan aktörler olabilirler. Üstelik, aktörler paradideki izleyicilerin çocukları olabilirler. Filmde, Baptiste-Garance- Frederick ilişkisi Fransız tiyatrosunun İtalyan Commedia Dell’arte geleneğinden aldığı klasik Pierrot-Columbine-Harlequin aşk üçgeni şeması üzerine kurulmuştur. Baptiste, saflığı temsil eder, aya ulaşmak ister, Harlequin dünyevi zevklere düşkün bir dolandırıcıdır, Columbine ikisinin de aşk beslediği kızdır. Film, şiirsel gerçekçilik akımının üstün bir örneğidir. Senaryo yazarı sürrealist şair Jacques Prévert ’in yazdığı senaryo olağanüstüdür. Sessizliğe karşı söz, gerçekliğe karşı temsili gerçeklik, hakiki karakterlere karşı kurgusal karakterler, trajediye karşı pandomim, tevazuya karşı şaşaa filmde birlikte akarlar hem de dengenin hiçbir tarafa kaymadığı mükemmel bir geometri içerisinde. Karşıtların uyumu filmin diğer bir ana teması olagelir. Öykünün çok katmanlılığını ve psikolojik derinliğini korumak için filmin süresi uzun tutulmuştur.
Söz şiirsel gerçekçiliğe gelmişken, Prévert – Carné ikilisinin eseri olan “Le Quai Des Brumes” (Sisler Rıhtımı) filmini anmadan geçmek olmaz. Attila İlhan’ı da anmadan geçemeyeceğim. Senaryosunu yazdığı “Yalnızlar Rıhtımı” filmi Sisler Rıhtımı’ndan kuvvetli esintiler taşır. “Sisler Bulvarı” şiirinin de Fransız Şiirsel Gerçekçilik akımından etkilendiğini söylemek mümkündür. Yalnızca şiirin ismi nedeni ile değil, içinde barındırdığı senaryo sebebiyle de. İyi ki esinlenmiş ve esinlendiği temaları kendi sanatçı kimliği ile yeniden yaratarak bende ve kuşağımda derin duygusal ve sanatsal izler bırakmış Attila İlhan. “Sinema şiir, şiir de sinema mıdır” ki Jacques Prévert ’in söylediği gibi!
François Truffaut’nun, “Children of Paradise”ı yönetebilmiş olmak için tüm filmlerinden vazgeçebilirdim.” dediği söylenir. Cahiers Du Cinema, filmi tüm zamanların en iyi 100 filmi arasında gösterir: sıralamada önünde sadece iki Fransız Filmi vardır: The Rules Of The Game, Jean Renoir, 1939 ve Latalante, Jean Vigo, 1934 . Yeni dalga akımının teorik altyapısını kuran Cahiers Du Cinema yazarlarının senaryoya verilen ağırlık ve tiyatroya yakın duruşu nedeni ile Fransa’da doğup en seçkin örneklerini de de Fransa’da vermiş olan Şiirsel Gerçekçilik akımına alternatif geliştirdiklerini (yeni dalga) düşünürsek bu sıralamanın değeri daha da ortaya çıkar.
Filmin üzerine yazılacak daha çok şey var çünkü derinleştikçe yeni şeyler ortaya çıkıyor. Baksanıza hakkında bir çok kitap ve yazı yayınlanmış gene de filmin sözü bitmemiş, hala söyleyecekleri var. Filmin bana hissettirdiği temel duygu ise filmi çevirenlerin hakiki vatanlarının kültürel vatanları olduğu en zor anlarda buna sığınıldığı ve bunun ele geçirilmesinin pek de kolay olmadığı oldu. Bir de Dostoyevski’nin de söylediği gibi “Dünyayı Güzelliğin Kurtaracağı” gerçeği.
İlk yorum yapan siz olun